29 Mart 2016 Salı

Tespit var öneri yok..

Oldum olası sinir olurum ikisi arasındaki çelişkiye.. ‘Eeee tüm bunları tespit etmişsin de önerin ne??’ diye sorarlar adama. Misal okuduğum kitap insan psikolojisinin altında yatan gerçekleri öğrenerek, hayatımıza yön vermemizi sağlamak için yazılmış. Lakin kitabın okuduğum kadarı tespitlerden oluşuyor ama gelin görün ki elle tutulur bir öneri yok. Aynı sinir olma hissini gitmiş olduğum psikiyatrlarda da duymuştum. Ne anlatsam dinleyen, hakkımda çeşitli tespitlerde bulunan kişilerin içinde bulunduğum durumdan çıkmam adına tek bir önerisi olmamıştı. Bir nevi fal baktırmak gibi bişey bu aslında. Nasıl ki falcı sizden aldığını size satar ve genelde olmuş olayları size söyler buda bir benzeri işte.. Olacaklar, yapılması gerekenler hakkında tek bir fikir bile yok.

Bu durumdan yola çıkarak, neden insanlar tespit ettikleri durumlara karşı çözüm önerisine bulunmaz diye çok düşündüm. Tabi ki cevabı buldum. ‘Kimse risk almak istemiyor’. O halde neden eksiklikleri, olanları yada olmayanları listeleme peşinde insanoğlu? Bunun da cevabı basit. En kolayı bu da o yüzden. Bana göre iyi yada kötü bir önerisi olmalı insanın. Birde bunun riskini alacak yüreği..  Sırf bu sebeple görüşmediğim insanlar, gitmeyi bıraktığım psikiyatrlar ve okunmadan kenara konulmuş kitaplarım var. Çünkü benim sorulardan ve sorunlardan ziyade cevaplara ihtiyacım var. Hayatım bu cevapları aramakla geçip giderken cevapsız kalan tek bir soruya daha tahammülüm kalmadı.

Ve her tahammülü kalmamış insan gibi gözüm kararıyor çoğu zaman. İşte bu göz kararmasının tek çözümünü içimizde bulacağımızı söyleyen bilir kişilerin aksine daha yüce bir varlıkta aramanın hepimiz için çözüm olacağına inancım gittikçe kuvvetleniyor. İşte böyle zamanlarda daha çok sığınıyorum ‘O’na.. Ve tüm tespitlere tek bir cevap olsun istiyorum; 'YA HABİR'


28 Mart 2016 Pazartesi

İçimde büyüyen bişey…

Yeni değil varlığı ama eski de değil..

Ortalama bir zaman aralığında tanıştık..

Düşündükçe ve daha çok üzüldükçe hızlanan bir şey…

Zaman zaman aldığım nefesi zehreden bir yumru..

Varlığına, yokluğumda kişiler üzerinde yapacağı tesir hatırına katlandığım bir şey..

Ne olduğunu bilmediğim halde tutunduğum...

Beni alıp götürmesini dilediğim...

Sevdiğim, canımdan çok sevdiğim...

25 Mart 2016 Cuma

Bazıları kararlarını verirken net olmaz. Muallaktır davranışları…
Birine yüz çevirirken tamamen kapatmaz kapısını, ister ki gittiği yerden dönecek olursa bir gün hazırda biri olsun..

Ve döndüğünde gittiği yere tekrardan, bir önceki kapıyı da kapatmaz. Ki belki istediği gibi olmazsa her şey bu seferde bir öncekine dönerim diye düşünür.

Ama düşünmez bir hayatı içten içe yok ettiğini..

Bir hayatı mahvettiğini...

Bir insanın umutlarını yok edip, hayatına son verdiğini..!

Umut ki insanı hayata bağlar...

İşte o bağları koparmayın, yapıyorsanız yapmayın, can yakmayın, seviliyorsanız kıymetini bilin, sevebiliyorsanız siz de sevin yoksa çekip gidin..

Hayat ince bir çizgidir.. o çizginin dışına çıkarmayın!

Kıymayın!



Bugünkü yazım tesadüf eseri karşılaştığım birine..

Miss Nobody’e..

Okuyorum durmadan okuyorum.. 

Dedim ya kendimi okur gibi okuyorum yazdıklarını, açtığım hesabın kendi hesabım mı olduğunu kontrol edecek kadar tereddüt içerisinde, kendi acımı okur gibi okuyorum..

Ben yazamadım ama sen anlatmışsın..

Hele Ali Lidar’dan yaptığın aşağıdaki alıntıyla durumu çok güzel özetlemişsin…

‘Eğer birini seviyorsan ve o seni sevmiyorsa bundan çok güzel kaos çıkar.
Bir sürü şiir, sağlam bir roman ve anlatacak bir sürü hikaye çıkar
Uykusuz geçen geceler, parklarda içilen şaraplar, yerli yersiz kıskançlık krizleri çıkar.
Ama sevgine karşılık çıkar mı? 
O biraz zor işte.. ’


Şimdi sen tüm bu kelimeleri bir araya getirip, benim cümlelerimi, bilmediğim bir zaman diliminde, bilmediğim bir yerde satırlara dökerken benim senin için yazmamam saçmalık olurdu. Çünkü acılar her zaman denk gelmez birbirine.. Düşünsene dünyada milyonlarca acı var.. Kimi can, kimi mal kaybından, kimi hastalıktan, kimi huzursuzluktan, kimi varlıktan, kimi yokluktan… Baktığında hepsi acı, herkesin acısı kendine acı.. O yüzden aynı cümlelere hapsolmuş kelimelerle aynı acıya denk gelmek önemli. Hani sen hem üzüldüm, hem mutlu oldum yazmışsın ya onun gibi bir şey işte..

Ümit Yaşar’ın da dediği gibi;
Karşılaşmamız kaderdi belki (buarada okuduğum ilk yazın ‘Kader’di).
Ama çektiğimiz çiledir bizi birbirimize yaklaştıran,
O korkunç ümitsizlikler, büyük çaresizliklerdir.
Acılarımızı yitirmeyelim..

Sanıyorum acıya da sahip çıkmak önemli. Çünkü acılarımızdır bizi biz yapan.. Ve yine aynı acılardır benzerini bir başkasında bulduğumuzda sımsıkı sarıldığımız..

Şimdi sen adını dahi bilmeden, bilmek istemeden, nerede olduğunun hiçbir önemi olmadan, nerede olduğumun ve ne olduğumun önemi olmaksızın yazdığım kişi!

Kaybettiğim kendimi bulmuş gibi, iç sesimle konuşur gibi, benim bir yerlerde unuttuğum cesaretim gibi, içimden bağırdıklarımı söz olup satırlara döker gibi yazıyorsun ya, sırf bunlar için bile koca bir teşekkür etmem gerek sana.

Teşekkür ederim,

Hükümsüz kıldığım varlığıma anlam kattığın için çok ama çok teşekkürler,






24 Mart 2016 Perşembe

Kendime, kendi kendime..

Yıllar önce Savaş Ay’ın sunduğu A Takımı isimli programda sokağa düşmüş insanların hayatları, sokağa düşmeden önceki yaşamları işlenmişti. O zamanlar garip ve bir o kadar korkutucu gelen bu bölümü hayretle izlemiştim. Hayatta her şeyin bir sebebi vardı. Diyeceksiniz ki buradan konuyu nereye bağlayacak? Kendime bağlayacağım tabiî ki de nereye bağlayabilirimJ An itibariyle aklıma ilginçtir ki kendim geldim J Bilmiyorum size olur mu ama insanın aklına kendinin gelmesi ilginç bir durumdur bana göre. Eski yazılarım, eski hallerim bir anda geçti gözümün önünden.. Kendim gibi birini tanımadım hiç. Tanısam eminim çok severdim. Yooo sanmayın kendime aşığım, hayır değilim. Ama seviyorum kendimi. Özellikle durmadan konuşan, beni hiç yalnız bırakmayan kendimi, zaman zaman kızsam da seviyorum. Kendimi bildim bileli konuşuruz, yaptığımız, yapmadığımız, yapılan, yapılmayan her şeyi ama her şeyi konuşuruz.. Ben ve kendim zaman zaman da çatışırız. Anlaşamadığımız durumlar çoktur. Ama küsmeyiz birbirimize, biliriz ki bize bizden yakını yoktur. Şimdi, şuan aklıma gelen kendimi düşünürken, kendime bir yabancıya bakar gibi baktım.. Hani deriz ya ‘kendimi tanıyamıyorum artık’ diye.. işte belki de en çok oturan tabir bu oldu… Eskiden sorsalar nasıl bilirsin?  diye.. Kendimi ‘eğlenceli’ sözcüğünün geniş kapsamına dahil edebilirdim. Sadece etrafımdaki insanları değil, kendimi de eğlendiren bir yapım vardı.. Vardı diyorum çünkü artık yok. Şimdi nerededir, ne yapar hiçbir fikrim yok.. Sigara yasağı gibiydi gidişi… Hani yasak ilk geldiğinde ‘yok canııııımmm uygulayamazlar…’ diye ahkam kesen biz içiciler, nasıl bir anda buz gibi havada kendimizi sokakta sigara içerken bulduk.. Benim eğlenceli halimde gitmez derken gidiverdi. Şimdi bu yazıyı ona bir çağrı niteliğinde yazıyorum..

Sevgili benim eğlenceli halim, boş vermişliklerim, amaaan canım sende tavırlarım, sizi çok özledim. Evet belki geç kalınmış bir mektup ama umut hep benimleydi o gitmedi. O (umut) dedi ki bana, ben seninleyim tut elimden, gel beraber bir çağrı yapalım.. Belki okuyan olur, nerede olduklarını bilen olur, duyan olur, gören olur … belki haberleri olursa onlarda aynı hasretle koşar gelirler sana. Bende ona uydum..

Benim güzel hallerim!

Sizden kocaman bir af diliyorum. Özrümü kabul edip dönerseniz çok sevinirim. Yine eskisi gibi olabiliriz belki, belki denersek yapabiliriz ne dersiniz??


Sizi seviyorum, ben buradayım, bekliyorum!
Oldum olası gözlem yaparım. İnsanları, davranışlarını, neyi, ne için yaptıklarını düşünürüm. Bunu çok küçük yaşlardan itibaren yaptığım için bu konuda başarılı olduğum söylenebilir. Tabi başarı zaman zaman hata yapmama engel değil. Gerçi bu hatalar çoğu zaman bile isteye yapılmış hatalar olduğu için hata da sayılır mı bilemiyorum. Neyse.. Uzun zaman önce hakkında kesin hükmümü vermiş olduğum bir kişinin, bu seferde başka bir kişiye kendini tanıtma biçimine tanık olunca üzerinde düşünmeye değmese de, belki sizlere faydası olur düşüncesiyle yazmak istedim. İstedim ki bencil insanı tanıyın ve ona göre davranış biçiminizi belirleyin.

Sözlük anlamıyla, yalnız kendini ve kendi çıkarlarını düşünen bu bencil insanımıza X diyelim. X kişisi ve buna benzer kişilikte olanların en tehlikeli olanları bunu ilk başta size sezdirmeyenlerdir. Çok sıcak, çok arkadaş canlısı, çok alttan alan, çok prensipli, çok yardım sever görünürler.. Öyle dik, öyle sağlam bir duruş sergilerler ki aslında oldukları kişiden bambaşka bir kişiyi tanırsınız. Dedim ya öyle güzel özelliklerle gözünüzü boyarlar ki bilemezsiniz aslında oldukları kişinin kim olduğunu…

Ama hiç kimse ömür boyu aslını gizleyemez.. bir yerden patlak verir mutlaka.. X kişimiz çok maharetli olduğundan bu durumu yıllarca çevresinden gizlemeyi başardı. Öyle bir tanıttı ki kendini, en arkadaş canlısı oydu, en sağlam oydu, herkes eğilse o dimdik kalırdı, o vefa nedir bilirdi, o kimseyi kırmazdı v.s.

İlk keşif benimle oldu..  Nede olsa iyi bir gözlemciydim, bu ilki yaşamam tesadüf değildi, yine de acı verdi. Şimdi size bu kişileri nasıl anlayacağınıza dair birkaç ipucu vereceğim.

Birincisi kimse mükemmel değildir. Bu nedenle karşınızda mükemmele yakın bir insan durduğunu düşünüyorsanız biraz geri çekilmenizi öneririm. Hayatınıza ne kadar renk katıyor, ne kadar mutlu ediyorsa sizi bilin ki ardında bırakacağı yıkım da aynı ölçüde olacaktır.

İkincisi herhangi bir fikir ayrılığında bu kişiler konuşmak yerine kaçmayı tercih ederler. Sebepsiz uzaklaşan birini görürseniz bırakın gittiği yerde kalsın.. Israrcı olduğunuzda asıl yüzüyle karşılaşırsınız ki hiç tavsiye etmem. Çünkü hayal kırıklığının tamiri çok güçtür.

Üçüncüsü bu insanlar sezdirmeden size kendi sorumluluklarını yüklerler. Bunu o kadar normalmiş gibi yaparlar ki, yaptıklarınızın onun yapması gerekenler olduğunu düşünemezsiniz bile. Beliniz bükülür, adımlarınız yavaşlar yükünüzden ama sorun sizdeymiş gibi davrandıklarından sorunu kendinizden bilir yine de ona toz kondurmazsınız. Bunu anlamanın en güzel yolu o kişi için yaptıklarınızın bir yada bir kaçını yapmayı bıraktığınızda ortaya çıkar.. ’40 yıl sırtında taşı, bir gün indir senden kötüsü yoktur’ lafının ne için söylendiğini anlarsınız.

Dördüncüsü bir şekilde hayatınızın odak noktası olurlar. Onların uygun zamanları, görüştüğünüz zamanlar halini alır. Şöyle bir düşünün eğer ki sürekli karşınızdaki kişinin programına göre şekilleniyorsa hayatınız, tebrikler sizde bu kervana katıldınız demektir..

Beşincisi bahanesi çoktur bu insanların. O bahanelere sığınıp hayatı zindan ederler. Öyle mantıklı gelir ki söyledikleri, öyle güzel işler ki bunu size kendinize düşman olursunuz.

Altıncısı bu kişilerin çevreleri geniş, arkadaşları pek bir kıymetlidir (!). Bakın deneyin ve görün.. Arkadaşı hakkında ufacık bir yorumda bulunun, kaplan kesilirler. Hemen savunmaya geçer, sizi öyle bir suçlar ki kendinizi özür dilerken bile bulabilirsiniz. Ama aynı kişiler sizin arkadaşlarınızla ilgili fikir yürütürken buna sonsuz hakları varmışcasına alır yürürler.. Burada unutulmaması gereken nokta kişi arkadaşını ne kadar savunuyorsa bilin ki o arkadaşla mutlaka ilişkiye (en az 1 kez birlikte olunmuştur) girilmiştir. Savunma da zaten buradan gelmektedir. Bu kişilerin ahlaki değerlerini buradan da net biçimde anlayabilirsiniz.

Yedincisi ufacık şeyler dünya sorunu haline gelebilir. Öyle ki bunu yüzüne söylediğinizde bunu ‘benim prensiplerim var’ yada ‘ben böyleyim..yerse’ gibi tabirlerle karşılaşırsınız. Kişi size ufaktan aba altından sopa gösteriyorsa ve kaçmak için vakit varsa kaçın derim.

Sekizincisi kendilerini size savunmasızca açtıklarını söylerler yada öyle hissetmenizi sağlayan davranışlarda bulunurlar. Amaaaa öyle bir an gelir ki ‘dur bakalım orada’ deyiverir bir anda. ‘Bu şekilde bana müdahale edemezsin / ben bu hakkı kimseye vermiyorum’ gibi bir cevapla size haddini bildiriverir..

Dokuzuncusu eğer haddiniz bir şekilde bildirilmişse yine ot gibi dibinizde biterler.. Niye? Çünkü (güya) üzülürler.. yufka yürekli sanmayın bunları, zehir saçarlar etrafa..

Onuncusu velev ki tespit edip karşısına geçtiniz.. Yaptıklarını bir bir saydınız… işte o zaman var yaa… birden dünyanın en savunmasız, en masum insanı pozuna girip, ona haksızlık ettiğinizi söylerler…  Bunu da öyle damardan yaparlar ki ömrü hayatınız yaptığınızı sorgulamakla geçer ama hiçbir şey elde edemezsiniz. (Aldanmayın!)

Bu maddeleri kendi içerisinde alt maddeler olarak çoğaltabiliriz ancak bunlar bile ufaktan tecrübe sağlamanız açısından yeterli diye düşünüyorum.

Bunların bir veya birkaçıyla karşılaştıysanız bilin ki bu X kişisi.. Size verdiğim ufak yöntemlerle sağlamasını da yapabilirsiniz.

Tüm bunlar başınıza zaten geldiyse, bir yaşınıza daha girdiniz demektir. O zaman da size iiiiikiiiii dooooduuunnn diyorumJ

Sevgiler,




23 Mart 2016 Çarşamba

Bugünde böyle..

Korkunç bir yazma isteğiyle beraber, o isteği engelleyen tutukluk içerisindeyim.

Yazsam olmayacak, yazmasam hiç olmayacak cinsten bir durum. 
Ve ben yazmamayı tercih ediyorum. 
Çünkü hislerimden ve yazmak istediklerimin kelimelere hapsolmasından korkuyorum. 
Zaten ne geliyorsa bu korkudan geliyor. 
Yenilmekse yenilmek.. 
Bu yenilgiyi de kabul ediyorum...
Elbet benimde kazanacağım gün yakındır..
Bilirim Allah sabredenlerle beraberdir!
Neye aşırı düşkünsen 'o' senin hayatının merkezi haline gelir. Teyp alıp tüm gün sesimizi kayıt etsek, en çok kimin adı geçiyorsa ona taptığımız ortaya çıkar.
İşte o tapmayı içinden yok et. Çünkü bu tapma seni hakiki tapman gereken Allah'tan uzaklaştırıyor. Sen artık Allah'ı değil bu putu düşünür hale geliyorsun. Bu putu düşünüp, Allah'ı düşünmediğin zamansa en büyük felaketler başına geliyor.

Allah'ta diyor ki;bir şeye aşırı düşkün olursan ben seni artık koruyamam, korumam da..

O şeyi sana müptela ederim. Başına sararım. Ve sen onunla meşgul olurken beni unutursun, beni unuttukça gaflete düşersin. İşte bu dünyadaki en büyük felakettir. Allah'tan uzak olduğun zaman iftira iftira gelir, acı acı gelir, problem problem gelir.. Başkası diye bir mevhum oluşur. O yaptı bu yaptıya döner iş.. Halbuki Allah'la beraber olan tüm bunlardan uzaklaşır..diyor Cemalnur Sargut..Çokta güzel diyor..

Tüm putlarımızdan kurtulmamız dileğiyle paylaşmak istedim..

Sevgiler,


21 Mart 2016 Pazartesi

Seni düşünüyorum..
Şaşırmadın biliyorum.
Ama bilmediğin nasıl düşündüğüm, aklıma nasıl geldiğin, gelipte geçmeyişin…
Misal…
Kadıköy’de sokak köpekleri tarafından etrafımızın çevrildiği bir sabahta geliyorsun aklıma, oradan Sinop’ta balkonda yatarken şaşkın bakışlarla ‘günaydın’ diyorsun bana.. Birden Kümbet’te elin yüzümde gözlerimin içine bakıp beni sevdiğini söylüyorsun..
Sabahın kör vakti vardığımız Bozcaada’da kumsalda resmimi çekiyorsun…
Hep gülüyorsun..
Bana hep gülerek bakıyorsun..
Yüzüne baktığımda aklımda tek bir soru kalmayan zamanlar..
Yüzüne baktığımda, önü, arkası, sağı, solu yok..
Benimlesin, o kadar benimlesin ki hiçbir şey yok..
Seni çok özlüyorum… deli gibi seni özlüyorum.
Seni düşünürken durduruyorum ne varsa..
Seni çok özlüyorum sevgilim…
Kendimi kıskanıyorum düşünürken.. o derece özlem doluyum.
Kelimeler satırlara düşerken, hisler bir o kadar anlamsızlaşıyor..
Ama bir bilsen içimi, bir bilebilsen içimdeki seni, nasıl sevdiğimi..
Garip bir sevgi benimkisi söylüyorum ama anlatamıyorum.
Sana içimde kocamaaaaann bir yer açtım.
Baya büyük bir yer, sana özel, senin için..
Göğüs kafesimi tamamen dolduran aldığım nefes gibisin..
Bazen yakıp geçen, bazen nefesimi tutup geri vermek istemediğim hava gibisin..
Hiç damarındaki kanın akışını hissettiğin oldu mu? Sıcacık olur elin ayağın birden ..
Öyle dolaşıyorsun damarlarımda..
Elim, ayağım oluyorsun çoğu zaman..
Senin için, sana doğru yürümem bundan.
Her organın bir görevi olduğunu öğrenmiştim biyoloji dersinde..
Ama öğrendiklerimin aksine, öğrendiklerime ilave görevleri olduğunu bilmiyordum.
Mesela beynim bir sana çalışır oldu, gözlerim gördüklerini seninle ilişkilendirmeden iletmiyor görüntüyü beynime.. aldığım kokular mutlaka sana çağrışım yapıyor, kalbim artık sadece kan pompalamıyor, sen gönderiyor damarlarıma, oradan hücrelerime…
Midemde atan bir nokta var bilirsin.. seni düşünürken hızlanıyor, elimi koyduğumda büyüyen bir yumru gibi orada atan.. ve ne zaman elimi koysam, SEN koca bir sonsuzluk oluyorsun aklımda.. geçsin istemiyorum, belki bu sebeple doktora dahi gitmiyorum.
Sonra serotonin var.. Güya sinir hücrelerine elektrik sinyalleri taşır.. beynin çalışmasında hayati rol oynayan bu nörotransmitter, işi gücü bırakmış bir tek seni bana taşır..
Ne varsa bende, içinde sende varsın. Seni öyle katmışım ki bana ayrışmıyorsun..
Ayrı tutmam mümkün olmuyor seni benden…
Gördüklerimi görmemiş olsaydım belki, bir ihtimal eksiltebilirdim seni..
Ama gördüm, biliyorum, bir ben vardım başkaca hiçbir şey yoktu..
Bir ben vardım, bir de adım kalbinin sesinde…

Bir sen varsın, bir de adın kalbimin her bir zerresinde..

16 Mart 2016 Çarşamba

‘Ne oldu sevgiline yazmıyor musun?’ diye soranlar olmuş..

Yazıyorum, yazıyorum da yayınlamıyorum. 
...........,

Nasılsın? İyi misin?
İyi olmalısın, gel dedin geldim.
Yeter ki daha fazla üzülme diye,
Çekmeye bir yerden başlayayım diye..
Kimseyle konuşmuyorum, konuşmak isteyenleri de geldikleri gibi geri gönderiyorum.
Zaten konuşsam anlatacak ne var, kime ne anlatayım?
Bulunduğum yerde 6 ranza var. Benimkisi tepedeki camın yanına denk düşüyor. Başka birinindi kaldırdım. Burdan zorda olsa görüyorum gökyüzünü. Meğer şimdiye kadar kafamı kaldırıpta bakmamışım gökyüzüne. Kuşlar denk geliyor bazen, güzel uçuyorlar.. Burada kuşları sevmeye başladım, sen de sev kuşları. Kuş olsam diyorum bazen, diyorum da gülüyorum. Benden kuşta olmaz.
Olmaz di mi? Benden bir bok olmaz. Aslında başka şeyler yazmaya niyetliydim ama her şey okunuyor, sana özel kelimelere görüldü damgası vurulsun istemedim. O yüzden havadan sudan bir mektup oluyor. Buna da alışıcam, belki bir daha ki mektupta yazarım. Bu seferlik böyle olsun, kendine iyi bak.. Ben diyemedim, sen dedim say..!



Ekim '98 Bayrampaşa 



Ne güzel bir şarkıdır…
Ne çok dinledim bu şarkıyı..
Her dinleyişimde bambaşka yerlere gittim..
Gittim de bir türlü geri gelemedim..
Gitsem de dönemesem dediğim zamanlar..
Değer miydi?
Değdi mi? 


Beni sevmen için verdiğim uğraştan vazgeçtim çünkü;
Çocukken babamın tuvaletten sonra,
"Ellerini yıkadın mı?" sorusu aklıma geldi..
O bıkmadan usanmadan sorardı,
Ben musluğu açık bırakıp, suya dokunmazdım..
Bu pislikten numarayı yapmana gönlüm razı olmadı..
Musluğu kapatabilirsin, ellerini yıkamadığını biliyorum..
Sen benim hiçbir şeyimsin!
Yazdıklarımdan çok daha az,
Hiç kimse misin bilmem ki nesin?
Lüzumundan fazla beyaz..
Sen benim hiçbir şeyimsin..!
Varlığın yokluğun anlaşılmaz,
Galiba eski liman üzerindesin.
Nasıl karanlığıma bir yıldız olmak?
Dudaklarınla cama çizdiğin,
En fazla sonbahar otellerinde,
Üniversiteli bir kız uykusu bulmak.
Yalnızlığı öldüresiye çirkin,
Sabaha karşı öldüresiye korkak..
Kulağı çabucak telefon zillerinde..
Sen benim hiçbir şeyimsin!!!
Hiçbir sevişmek yaşamışlığım..
Henüz boş bir roman sahifesinde
Hiç kimse misin bilmem ki nesin?
Ne çok çığlıkların silemediği,
Zaten yok bir tren penceresinde..
Sen benim hiçbir şeyimsin
Yabancı bir şarkı gibi yarım,
Yağmurlu bir ağaç gibi ıslak..
Hiç kimse misin bilmem ki nesin?
Uykumun arasında çağırdığım,
Çocukluk sesimle ağlayarak..

Sen benim hiçbir şeyimsin!!!!

A.İlhan

15 Mart 2016 Salı

"Ben" kattım sana biraz,
Öyle sevdim seni...
Çünkü sende bensiz, o kadar güzel değilsin hani...

Ö. Asaf

Geçmişten not...


..............,


İyi haber veremiyorum. Karar çıktı. Ben gidiyorum. Kalsam daha kötü olacak.... Maalesef bu kısacık mektubu bile elden verip seni görecek şansım yok. Üzülme dönücem. Biraz zaman geçmesi gerekiyor...
Hattımı kapattırdım, az öncede kırıp attım, ararsan ulaşamazsın... Şuan yazamıyorum ama gittiğim yerden arayıp nerede olduğumu neden böyle olduğunu anlatıcam. Biliyorum kızacaksın ama pişman değilim. Şuan olsa yine yapardım, yarın olsa yine yaparım. Ben böyleyim konuşarak anlaşamıyorum. Neyse çok vaktim yok. Sakın üzülme dönücem bunu bil yeter.

Kendine iyi bak, dikkatli ol, bekle beni!


'98 







 


Canıma tak eder korkusuyla
Arta kalanların tortusuyla yaşanır mı?, diye sorgular bu yürek
Başa çıkmak tek derdim olsa…
Yana yakıla arar mıydım oysa…
Düzelirsin diyen bir gönüllü gerek..
Sağduyum bilinmez uzakta..
Dört yanı tehlikede, tuzakta..
Derinde koca bir batakta boğuluyorum..

Ah beni anlamadın,
Yaralarıma merhem olamadın!
Kavuruyor kor gibi ayazın..
Kan ter içinde uyanıyorum…

Ah beni anlamadın,
Tek tesellimdin olamadın..
Savruluyor evim, ocağım..
SANA İNATLA DİRENİYORUM!!!!!!


Son zamanlarda durmadan dinlediğim bu şarkıyı paylaşmak istedim..
Anlaşılmamak ne büyük dert..
Hele ki tek teselli bildiğiniz kişinin anlamaması …
Anlamayacak olması..
Bunu bile bile sevebilenlere gelsin bu şarkı..



14 Mart 2016 Pazartesi




İnsanın ar damarı ne zaman çatlar biliyor musun?

Birinin göz yaşına sebep olduğu halde,

Sanki hiçbir şey yokmuş gibi davranmaya başladığında..



Özleyeceksin biliyorum,

Sesimi, yazdıklarımı, kırgınlıklarımı…

Özledikçe üzüleceksin.

Bir şeyler söylemek isteyeceksin ama cümleler kırılacak dilinde, tıpkı sana kırıldığım gibi.

Düştükçe çaresizliğe, hatırladıkça incittiğin düşlerimi, bürüneceksin derin bir sessizliğe.

Kazandığını sandığının aslında kaybettiğin olduğunu göreceksin.

Gördükçe anlayacaksın bana ne kadar ayıp ettiğini…

Ve zaman haykıracak sana; ‘’Kalanlar kaybedenler, gidenler kazananlar değildir’’ diye,

İşte o gün boğazında düğümlenecek nefesin..

Ve çıkmaz olacak sesin..

Ama ben senin gibi taş kalpli değilim..


Bir daha affetmesem bile seni, üzüleceğim!

İhsan Turhan

Bir şeye 'Sahip olmak' değil,

'Layık olmaktır' önemli olan...

Herkes bir gün layığını bulur..

Bulması dileğiyle..


Ben;

Benden olgun insan isterim karşımda!

Benden dürüst,

En ufak dalgada arkasını dönmeyecek kadar olgun.

Arkamı döndüğümde sırtımdan vurmayacak kadar güvenilir.

Bir o kadar cesaretli olmalı.

Yağmurdan ıslanıp, fırtınadan kaçmamalı.

Ayağı taşa takılınca kayadan korkmamalı.

İŞİNE GELİNCE SEVİP, ZORU GÖRÜNCE BIRAKMAMALI!!!!!!

Demiş şair...

Ne güzel demiş, sanki benim için demiş...
Kimsenin sevgisini nefrete dönüştürecek kadar kötü şeyler yapmayın!

Kimseyi kendinizle ilgili hayal kırıklığına uğratmayın...!

Ve kimsenin hayatının içine sıçmayın!


11 Mart 2016 Cuma

Buraya senin için not bırakıyorum… Belki lazım olur diye / Unutma diye

10.03.2016 Saat 22:54

Sana hafta sonu benim de olmayacağımı söyledim. 

Sende gitmemi istemediğini söyledin.

-          SEN: Gitmeni istemiyorum. Gitme! Tamam mı?
-          BEN: Düşünücem.
-          SEN: Gitme işte..
-          BEN: Tamam.
-          SEN: Söz mü?
-          BEN: Söz..Ben söz verirsem ne anlama gelir bilirsin..
-          SEN: Tamam
-          BEN: O zaman sende söz ver.. Bana verdiğin bütün sözleri tutacaksın. Söz mü?
-          SEN: Söz…
-          BEN: Unutma bu dediğini sakın. Tamam mı? Sakın unutma!
-          SEN: Söz.. unutmayacağım…

Bu yazıyı buraya bırakıyorum.. Ne konuda, neler için söz verdiğini tek tek yazmayacağım.

Tek bir şey diyorum UNUTMA!

SAKIN UNUTMA!

SÖZ YEMİNDİR!!!!


10 Mart 2016 Perşembe

Sevgili okuyucular,

Öncelikle hiç tanımadığım insanların, yani sizlerin yazdıklarımı okuması, okuduklarını beğenip bir yerlerde varlık belirtisi göstermesi çok güzel.

Yazılarım hakkında sorulan sorulara cevap olması adına bu yazıyı yazma gereği duydum. Sorular genelde yazılarımın kurgu olup olmadığı yönünde, cevabım ise şu;

Yazılarım tamamen yaşadığım olayları yansıtıyor, o an ki ruh durumum neyse onu yazıyorum. Hayatın getirdikleri üzerine şekilleniyor yaşantım. Bunu da yazıya dökme ihtiyacı duyuyorum çünkü kendimi en iyi bu şekilde ifade ettiğimi düşünüyorum.

Bir diğer konu aşk üzerine yazdıklarım. Evet hayatımda biri var.. Zaten bu blogu da onun için açmıştım. Bir bakıma ona yazdığım mektupları yayınlıyorum. Blogun başlığından da anlayacağınız üzere ‘Sen Ben ve Hiç Kimse’ üzerine yazılarım. Yani onun ve benim dışımda olan her şeyi dışarıda tutma çabamın sonucudur belki de bu yazılar.

Böylesi güzel bir duygunun nasıl olup ta bu denli acı dolu satırlara dönüştüğünü merak edenlere cevabım ise şu; ilerleyen günlerdeki yazılarımı takip etmenizi öneririm. Zira okudukça nedenini daha iyi anlayacaksınız.

Evet bazı yazılarda sevgilimin bu satırları belki de okumayacağını yazdım.. Bunu, okumayacağını düşündüğüm için yazdım başka bir anlamı yok. Neden okumadığına yada neden okumadığını düşündüğüme gelince, sizler daha çok takip ediyorsunuz beni dolayısıyla bu cevabı siz daha iyi verirsiniz diye düşünüyorum.

Bir diğer konu mesleğim, hayır doktor değilim. Sadece tıbbi terimler konusunda biraz bilgim var. Tamamen ilgi alanım olmasından kaynaklanıyor..

Evet insanı iyi okuyorum. Genelde yanılmıyorum, hatta maalesef. Çünkü yanılmış olmayı tercih ettiğim durumlar gerçekten çok acı veriyor.

Evet hayal kırıklıklarım çok fazla.. nedenini bu yazıda tekrar anlatmama gerek yok sanırım.

Sevgilimi merak edenler var.. ben de neyini merak ettiğinizi merak ediyorum. Çünkü bu yazılar benim ona yüklediğim anlam üzerine yazıldı. Yazılmalı mıydı? Bunu inanın bende bilmiyorum.

Kitap yazmayı düşünüp düşünmediğimi soranlar vardı birde..

İnanın çok isterdim. Ama önce istediğim açıklıkta yazabilecek cesareti toplamam gerekir. Sonra neden olmasın?

Her şeyi yazsam baya bir gündem değiştireceğimi  düşünüyorum o yüzden önce cesaret gerek..

Niye kitap çıkarmıyorsun diyenlere de yanıt olabilmiştir umarım yukarıdaki satırlar.

Sanıyorum hepsi bu kadardı..

Unuttuklarım varsa hatırlatmanız yeterli yada başka sorunuz / öneriniz v.b. olursa ve paylaşırsanız sevinirim..

Sevgiler,








Bu günün şarkısı MEĞER olsun...





AYDINLANMA / FİZİKSEL ACI

Kelime manasıyla bir sorun üzerine gereği kadar bilgi edinme, tenevvür. / Bir yüzeyin, karşısına konulan eşit ışık kaynaklarının sayısı ile orantılı olarak aydınlık görünmesi.

Fiziksel acı sanılanın aksine kötü değildir. Fiziki anlamda hissedilen her acı, içsel bir acıyı bastırmaya yönelik olarak vücudun savunma mekanizmasıdır. 

Vücut, öyle bir zamanda verir ki bu acıyı, bildiğin tüm doğruları, yanlışları ister istemez unutursun. Öyle ki her şey anlamını yitirir. İşte böyle anlarda hafifler yürek, belki kuş olup uçmaz ama hafifler yine de.. 
İşte bu anlarda bir ışık belirir, vurur yüzüne.. Dersin ki çektiğim tüm ruhsal acılar çok anlamsız. O an da yaşanan durum, bir nevi aydınlanmadır aslında.

Aydınlanma 2 çeşit tezahür eder. Birincisi anlık aydınlanmadır ki bu genelde yaşanan fiziksel acının geçmesinin hemen ardından yok olur. İkincisi ise en güzelidir ki bu çok nadir meydana gelir. Şöyle ki, bu tip aydınlama da bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmaz.

Tabi bu da göreceli bir kavramdır. Eğer eskide kalan güzel anılar yoksa bu tip aydınlanma tadından yenmez. Amaaaa… Hem güzel anıların var hem de bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacaksa durum vahimdir. Bu durum aniden kör olup ta duvarlara çarpa çarpa el yordamıyla ilerlemeye çalışmaya benzer.

Duvara çarpmak deyince aklıma küçükken koşarak duvarlara, aynalara, camlara çarpmam geldi. Alnım şişerdi, bazen kanardı bu çarpmalar nedeniyle yine de çarpıp düşme oyun olmuştu. Sanırım bir şeylerin ardını merak etmem o zamandan geliyor. Ne vardı o duvarların arkasında hep merak ederdim.. Neyse..

Çarparak ilerlemeye çalışmak güçtür. Can yaktığı için yine bir fiziksel acı tezahür eder ki bu da aynı kısır döngüyü başlatır. 

Sonuç mu? 

Sonuç muammadır. 

Ama ne olursa olsun değişmeyecek tek şey, yara almadan kurtulamayacağıdır insanın..



Vesvese üzerine…

Dün çok yorgundum erkenden uyudum. Sabah uyandığımda mesajını gördüm o sevinçle seni aradım..

Arar aramaz meşgule verince, yanında birilerinin olduğu düşüncesiyle mesaj gönderdim..

Sonra mı?

Sonra sardı bir vesvese..

En kapsamlı manasıyla içe düşen şüphe anlamına gelen bu duygu, kurtulduğumu sandığım noktada yakaladı beni..

Baktım çarpıntım artıyor, kulaklarım uğuldamaya başlıyor, kontrol elden gidecek gibi yazayım dedim.

Belki yazarsam işin içinden çıkacak bir yol bulurum, belki yazdıkça şeytana pabucunu ters giydirebilirim.

Belli bir noktaya gelmişken bunu kendime yapmayacağım. Beni esir almasına, beni ‘EMİN’ olmaktan uzaklaştırmasına izin vermeyeceğim. Şuan verdiğim savaşı satırlara dökeceğim..

Biyolojik açıdan ritmi bozuk kalbimin atım hızını arttırıp, atriyoventriküler düğüme kök söktüren, ‘bak seni öyle bir duruma getiricem ki, bu kızın kalbinin atışını sayamayacaksın bile’ diyerek kafa tutan, kan basıncının artmasıyla soluklarımı sıklaştıran, elimi ayağımı tirtir titreten, yazıyı bile yazmamı işkenceye dönüştüren vesvese, seni YENECEĞİM!

Seni tanıyorum…

Seni çok iyi tanıyorum…

İlk tanışmamız 4-5 yaşlarında oldu.. Küçücük çocuktan ne istedin acaba? Kendi halinde oyunlar oynayan, yaşıtı hiçbir arkadaşı bulunmayan bir çocuktan ne istemiş olabilirsin??

Babam her gece bana masallar anlatırdı. Sonra beni doğrultur ve ‘hadi aç ellerini’ derdi. Başlardı dua okumaya… Felak, Nas, Fatiha, İhlas..

Kelime kelime, yavaş yavaş okuyarak ezberletti duaları. Acaba açtığım ufacık ellerimden göğe yükselen duam mıydı seni bana musallat eden? Belki de o zamanlar bile ettiğim duaların ardından ‘ben en çok annemi ve babamı seviyorum, sonra Allah’ı seviyorum’ demem miydi beni seçmene sebep?

Tabi baktın bu inanacak gibi ama bir yanı sevdiklerine çok bağlı, öncelik sevdiklerinde, salayım yüreğine korkuyu da şüpheye düşsün dedin..

Sinsice plan yaptın…

Belki işi gücü bıraktın benim peşime düştün..

Ve bir gece yapacağını yapıp rüyama girdin…

İlk kabus annemle başladı..

Birlikte Kadıköy’deydik.. Elinden tutmuştum annemin.. hep anneme bakarak yürüyordum, bir ara kafamı başka yöne çevirdim, tekrar anneme baktığımda başka bir kadının elini tuttuğumu fark ettim, kadın yüzünü bana çevirdiğinde ise o yaşta bir çocuğun ancak cadı olarak tabir edebileceği cinsten biriyle karşılaştım.. Bağırarak uyandım… Bir daha hiç uyumak istemedim. Ama öyle olmadı…

Her çocuk gibi öğlen uykusuna yatırılıyordum. Uyumak istemememe rağmen uyuyakalmıştım. Rüyamda yine annemi arıyor ve bulamıyordum..

Ve birden önce evimizde, sonra apartmanda, sonra bulunduğumuz sokakta ve sonra koca dünyada benden başka kimsenin olmadığını görüyordum.. Sonrası yine bağırarak uyandım. Ağzım mühürlenmiş gibi kimseye bu konuda bir şey demedim, niyeyse diyemedim.

O ara anneme olan düşkünlüğüm arttı, tabi artan sadece düşkünlük değildi ‘ŞÜPHE’ düşmüştü artık içime… Anneme hem sevgiyle, hem de şüpheyle bakar olmuştum.

‘Neden yüzüme öyle bakıyorsun?’ derdi bazı zamanlar..

Verecek cevap bulamaz ‘seni çok seviyorum anne’ der geçiştirirdim..

Baktım olmayacak, bir şey söyleyemiyorum ve soramıyorum. Bir gün anneme beni sevip sevmediğini sordum..

‘Tabi ki seviyorum, hem de çok’ dedi..

Baktım yine yüzüne, ‘peki ne kadar çok?’ dedim.

Annem çok diyor, öpüyordu.. Sinirlendim…

Yalan söylüyor olmalıydı.. Öyle ya, yalan söylemese beni neden rüyalarımda hep o terk ediyordu? Babam değil, kardeşim değil, dedem değil, anneannem değil o terk ediyordu.. Yalan söylüyorsun diyemediğim için başladım sorular sormaya..

Peki babamı mı daha çok seviyorsun beni mi?

Seni dedi..

Anneni mi daha çok seviyorsun beni mi?

Seni dedi..

Babanı mı beni mi?

Seni dedi..

Sordum, sordum, sordum..

Ve en sonunda ablamı mı beni mi?? diye sorduğumda, ikinizi eşit dedi..

İndim kucağından yüzüne baktım ‘ben seni hiç sevmiyorum’ diyip ağlayarak kendimi içerdeki odaya kilitledim.

Orada ne kadar ağladım bilmiyorum.

Öyle söyleyip canını yakmak istemiştim, ama benim canım yanmıştı. Üstelik sanki şüphem doğrulanmıştı..

Beni ablamla eşit seviyordu, o halde beni sevmiyor gibi bir şeydi bu..

Seni diyememişti çünkü..

O gün ablama düşman oldum. Zaten kedi köpek gibiydik.. birde bu yüzden sinir oluyordum ona..

Böylece kavga çıkarıp annemle ablamı karşı karşıya getirmelerim, ablama annemden azar işittirecek planlarım devreye girdi. O azar işittikçe, ağladıkça mutlu oluyordum. ‘Oh olsun sana, demek benim sevgimi sen alıyorsun oh olsun sana!’ diyordum içimden…

Bu dönem de babama âdeta yapışmıştım. O ne desem yapıyor, bana istediğim cevapları veriyor, ‘benim canım kızım’ diye durmadan beni seviyordu. Öyle seviyordu ki beni sorgulamamı gerektirecek tek bir soru geçmiyordu kafamdan. Zaman zaman beni işe de götürüyor, gezdiriyor, hiç olmayacak toplantılara bile sokuyordu. Akşam olunca yine masal anlatıyor, masal bitince de dua ediyorduk birlikte. O dua okurken dalıyordum uykuya, babam adeta hipnoz ediyor, beni sakinleştiriyordu.

Günlerim güzeldi o zamanlar..

Çoğunluğu dedemle geçen günlerden bir gün yine dedemin kucağında otururken, dedem sordu ‘ne oldu maymun sana?’ diye..

Sanki biri ne oldu sana diye sorsa da ağlasam diye beklermişim..

Baktım yüzüne gözlerim doldu, açtım hırkasını girdim içine, o da her zaman yaptığı gibi kapattı hırkanın fermuarını..

Ne güzel günlerdi…

O hırkanın içine girip dedeme sarıldığımda dünyadaki her şeyden beni dedemin koruyacağını düşünürdüm.

Kocaman elleri vardı dedemin, kocaman ve güzel elleri..

Bana güven veren elleri..

Ben hiç bir şey sormadan ‘bana bak’ dedi..

Ben ağlıyordum yüzüne bakmak istemiyordum. Tuttu o kocaman elleriyle kafamı, alnını alnıma dayadı..

‘Bak bana’ dedi..

Başladı saymaya…

Ne anamı, ne babamı, ne çocuklarımı, ne babanı, ne arkadaşlarımı, ne karımı, ne kardeşimi, ne diğer torunlarımı, ne bu evi, ne seninle vakit geçirdiğimiz bu bahçeyi bu dünyada aklına ne geliyorsa hiçbirini seni sevdiğim gibi sevmiyorum..

Ben bu dünyada en çok seni seviyorum dedi..

Ben sormadan neler saymıştı dedem..

Üstüne ilave etmişti..

‘Bak herkes seni çok seviyor ama bir düşün, farz etki kimse sevmiyor.. Ben varım.. Seni bu dünyada her şeyden çok seven deden var..’  

Hayatımda duyduğum ve hayatım boyunca belki de hiç kimseden duyamayacağım bu cümleleri ömrümce unutmayacağım.

O sözleri duyunca vesvese denilen belanın bulutları dağıldı..

Kimse sevmese ne çıkardı??

Benim dedem, beni dünyadaki herkesten ve her şeyden çok seviyordu..

Günler günleri kovaladı..

Okula başlayacakmışım, arkadaşlarım olacakmış, öğretmenim olacakmış, annem bana kitaplar, defterler alacakmış.. mışta mış..

Nasılda anlatıyordu annem..

O anlattıkça rüyalarım aklıma geliyor, vesvese ufaktan içime yayılıyordu..

Kesin annem bir plan yapmıştı.. Beni okul denen belaya atacak, sonrasında da kayıplara karışacaktı.. Ve ben kimsesiz kalacaktım..

O lanet gün gelip çattığında tek dalım babamdı..

Tüm okulu birbirine kattım. Bir yandan babamı çeken teyzem, bir yandan beni sınıfa iten annem, bir yandan da babamın ‘çocuk istemiyor eve götürelim, yazık perişan oldu’ nidaları arasında adım attım sınıfa..

Her gün, ama her gün acaba bugün mü bırakacak annem diye korkuyla geçti..

Ona da zehir ettim okul yıllarımı, kendime de..

Bildiğim bütün duaları okurdum içimden, yeter ki annem beni bırakmasın diye..

Babamın babası (diğer dedem) vefat ettiğinde, babam beni hafta sonları mezarlığa götürmeye başladı.. Annem buna sinir oluyordu.. yok çocuğun gideceği yer değil, yok psikolojisini bozuyorsun v.s., v.s.

Babam hiç cevap vermez elimden tutar çıkardık. Önce dua eder, sonrasında da babamla beraber mezarın üzerinde biten otları temizler, mermeri siler, en sonunda da el sallar evimize dönerdik. O zamanlar ölümün ne demek olduğunu da bilmiyordum. Öylesine gittiğim ufak bir bahçeydi kabir benim için…

Vesvesem artmaya başlamıştı.. Okul denen bela bitmiyordu. Bugün sondur inşallah düşüncesiyle gidiyor, akşam olunca yarın tekrar gideceğimi duymanın acısıyla yıkılıyordum. Tek güvencem dedemdi.. Dedemin elleri çok büyüktü, o beni annem bıraksa bile bir şekilde bulur ensemden tuttuğu gibi yakalardı…


Böylece vesvesem bir görünüp, bir kaybolmaya, bende bir şüpheye bir emin olmaya giden yolda ilerlemeye başladım..

Ve bir gün dedem öldü. Olacak iş değildi, dedem beni bırakmazdı ki, dedem ben olmadan adım atmazdı ki.. Beynim durdu adeta önce inanmadım, yalan söylüyorlardı.. Bana yalan söyleyip beni bırakacak, hatta aynı yalanı benim için dedeme söyleyip bizi ayıracaklardı..

İlk kez dedemin ölümüyle bir cenaze gördüm.

Ölüm gerçeğiyle yüzleşmem ve vesvesenin ilk zaferi!!!

Dedem öldüyse daha doğrusu dedem beni bırakıp ölebildiyse herkes ölebilirdi. Bunu kendimce engellemenin tek yolu dua etmek ve kontrolden geçiyordu. Eğer sevdiklerimi uyurken sürekli kontrol edersem ölmezlerdi..

Böylece dua aşkımla beraber gece kontrollerim başladı. Gündüz bu kontrolleri yapmıyordum, niyeyse insanların gece öldükleri inancı bende o zamanlarda başladı.. Hala da değişen bir şey yok.. Neyse..

Hayatım tam anlamıyla kabusa döndü derken; ettiğim dualar okuduğum kitaplar sayesinde dedemin aslında gitmediğini, beni sürekli gördüğünü beni yalnız bırakmayacağını düşünmeye, bir yandan da kendi kendime konuşmaya başladım.

Güya dedeme anlatıyordum ama işin aslı bal gibi kendi kendime konuşuyordum.

Bu konuşmalar zamanla beni rahatlatmaya başladıysa da vesvesem ara ara kendini hatırlatıyordu.

Okul belasına gelince, aynen devam..

Ben gitmek istemiyordum, annem zorluyor, babamsa ‘bugünde gitmesin ne olacak’ diyor ama son kararı annem veriyor ve ben lanet olası mekana doğru yola koyuluyordum.

Babamın koruyup kollamaları işe yaramasa da vesvesemin önünde bir kalkan gibiydi.. Ta ki o geceye kadar..

Annemin feryatları arasında uyandığım o gece annemin ‘öldü’ diye bağırması rüyayla – gerçek arasında gidip geldiğim ömrümden ömür götüren dakikalarda vesvese damarlarımdan yayılıp beynimi ele geçirmişti..

Hastane – ev – okul arasında yıllarca gidip geldim bir ruh gibi.

Onca dua etmiştim oysa ki, niye başımıza böyle bir şey gelmişti ki?

Hani babam kalkan gibiydi düşüncelerle aramda?

Yoksa dedem gibi o da mı gidecekti?

Dedem gittiyse, babam hayli hayli giderdi..

Okulu bırakmaya karar verdim.

Artık büyümüştüm.. Kendi kararlarımı kendim verebilirdim.

Beni sevenler bir bir terk ediyordu, babam gitmemişti belki ama meyletmişti..

Annem mi? Annemin umurunun köşesindeydim.

Bir adım atsam düşecektim.

Haberi bile olmadı.

Aklı fikri babamdaydı.. Demek ki babamı da benden daha çok seviyordu.

Bir gün aklımda aldığım okulu bırakma kararıyla hastaneye gittim.

O gün hastane yönetimi babamın iyileşmeyeceği kararına varmış, yatak bekleyen hastaların da olduğunu göz önünde bulundurmuş ve fişini çekme teklifinde bulunmuşlar.

Benim bundan haberim yok tabi..

Annemi gördüm salak gibi oturuyor, bir şey olmuş ama ne?

‘Anne’ dedim..

Beni tanımadı, doktorların babamla ilgili anneme umut kalmadığını söylediklerini, annemin de şok geçirip geçici bir hafıza kaybına uğradığını öğreniyorum.

Sonrası mı?

Betona çivilenmiş sandalyeyi bir hamlede çıkarmam ve yoğun bakımın koca camından içeriye sokmam ve güvenlikler tarafından dışarıya sürüklenmem..

Eve gittim, topladım eşyalarımı.

Eşya dediğim 2 kazak, birkaç çorap, 1 ayı, 1 defter ve birde kalem.

Çok fazla Türk filmi izlemiş biri olarak soluğu Taksim’de aldım. Televizyon bana sokağa düşen insanların yolunun Taksim’den geçtiğini öğretmişti. Bende her koşullu öğrenen gibi öğrendiğimi tatbik edecektim. Bu macera uzun sürmedi 3-4 saat sonra fazlasıyla korkmuş vaziyette soluğu evde aldım.

Eve geldiğimde kimse yoktu dolayısıyla bu kısa kaçış hikayesinden benden başka kimsenin de haberi olmadı.

O aralıkta ablam geldi, dikildim karşısına ‘ben okulu bırakıyorum’ dedim.

O da bana ‘gel yemek ye’ diye manasız bir karşılık verdi.

Dedim buda kafayı yedi.

Ama içimden diyorum tabi.

Çünkü vesvese denen bela içimde…

Durmadan beni dürtüyor diyor ki ‘al buda delirdi annen gibi, bu geceyi ablanla geçireceksen onunla iyi geçin’..


Tetikte geçirdiğim gecenin sabahında erkenden uyanıp giyindim.

Okulu bıraktım demiştim ama okuldan başka nereye gidebileceğimi bulamadığım için okula gitmeye karar verdim.

Zaten eğer okula gidersem düşünecek epey vaktim olabilirdi, üstelik güvenli bir yerdi ve bunu rahatça yapabilirdim.

İlk derse girdiğimde çantamdan defterimi çıkarırken bir mektup düştü. Kimseden mektup beklemememe rağmen sanki beklediğim bir şeymiş gibi heyecanla açtım zarfı. Mektup ablamdandı..

Bana umudumu kaybetmemem konusunda örnekler vererek yazmıştı mektubu, bana en inançlı olanın ben olduğumu hatırlatıyordu..

Bu kadar inançlıyken ben umudumu kesemezdim, benim inancım ve duamın babamızı iyileştireceğini, onun buna tüm kalbiyle inandığını, her şeyin düzeleceğine emin olduğunu yazmış, okulu bırakırsam babamızı üzeceğimi de satırların arasında sıkıştırmış ve mektubunu beni çok sevdiğini söyleyerek bitirmişti.

Ağlaya ağlaya defalarca okudum..

Evet okulu bırakamazdım, devam edecektim ama nasıl?

O gün hastaneye gitmedim. Eve gelip ders çalıştım. Öyle çok çalıştım ki sabahın olduğunu bile anlamadım..

Ablamın omuzlarıma yüklediği yük, sevgisini itiraf etmesiyle hafiflemişti..

Beni seviyordu..

O an benimde onu sevdiğimi fark ettim.

Ablamın dediği gibi bol bol dua ettim. O benim kadar inanmasa da, o da bir şeylere dua ediyordu belli ki.. Durmadan ettiğim dualar yüreğimi ferahlattı, Allah’a yaklaştıkça mucizeler bir bir gerçekleşiyordu.. Bunun en büyük ispatı komada 1 yıl geçiren babamın, fişinin çekileceği konuşulurken taburcu olmasıydı.

Mucizeler bununla sınırlı kalmadı, önce konuştu, sonra hareket etmeye, sonra yürümeye başladı..

Hayat normal rutinine dönmeye başlamış, vesvese üzerimdeki elini Allah’a şükür çekmişti.

Ne bileyim fazla iyi niyetliymişim.

Okumaktan deli gibi nefret eden ben üniversiteye başladım..

Hayatımın en güzel, en sorunsuz yılları.. ben öyle sanıyorum en azından..

Derken bir gün evi aradım annemin isteksiz konuşmasıyla tüm sevincim yerle bir oldu..

Düzensiz kalp atışlarım krize dönüşünce ağzındaki baklayı çıkardı.

Büyükannem hastaneye kaldırılmıştı, iyi gibiydi, üzülürüm diye söylememişlerdi, mişti mıştı..

İlk otobüsle İstanbul’a geldim. Soluğu hastanede aldım. Ben girdim, o öldü..

Geç kalmaktan korkum o gün başladı..

Geç kalmıştım, eğer yanında olsaydım belki de ölmezdi, belki, belki, belki..

Canımdan can gitti onu toprağa verdiğimiz gün..

O da gitmişti, o da bırakmıştı beni..

Dedemi düşündüm yine, dedem gidebildiyse beni bırakıp, herkes gidebilirdi..

Yeniden vurdu vesvese yüzüme.. 

Kontrol etmeliydim.. her gece sevdiklerimin nefes alıp, verdiğini kontrol edersem eğer, hiç uyumadan bunu tekrarlarsam kimse ölmezdi..

Uykusuz epeyce bir dayandım.. bir bünye ne kadar dayanabilirse o kadar..

Bir gece kontrol ederken annemle babamın uyanıp burun buruna gelmemizle ve ‘bizi korkudan öldürecek misin?’ diye bağırmalarıyla bu takibe mecburen ara verdim.

Aslında haklılardı.

Yaşamaları için yaptığım kontrolle korkudan ölmelerine sebebiyet verebilirdim.

Ama içim hiç rahat değildi.

Bu işi belli etmeden bir şekilde devam ettirmeliydim ama nasıl?

Düşünürken aklıma uyurlarken ayna tutmak geldi.. Bu baya bi kolaylık sağlamıştı. Aynayı tutuyor nefeslerinden buğu yaptığını fark edince de ayak ucumda odama kaçıyordum.

Bu vesvese, bu korku, bu şüphe beni günden güne mahvediyordu.

Okula dönmüştüm ama aklım evdeydi..

Yine korku içerisinde düşündüğüm, yemeden içmeden kesildiğim, kendimi bu düşüncelerden arındıramadığım bir gün fenalaşarak merdivenlerden yuvarlanınca dedim bu böyle olmayacak.. Böyle giderse korkudan ben öleceğim. O halde unutmalıyım her şeyi.. Unutmasam da hafızamda en derinlere attım ne varsa..

Diğer öğrenciler gibi olmaya başlamıştım..

Okula gitmiyor, geziyor, gülüyor eğleniyordum.. Bu okul bitene kadar böyle devam etti. Dünya beni de oyalayabilmişti…. Ben öyle sanmıştım, yeni bir aldanış içerisinde olduğumdan, vesvese denen düşmanımın sinsice hücrelerime yayıldığından habersizdim.


Zaman hızla geçti..

Bir tesadüf eseri işe başladım.

Öyle sevdim ki işimi, eve gitmektense işte olmak keyif vermeye başlamıştı. Öyle ki hafta sonu gelince üzülüyor, bazen bir bahane yaratıp hafta sonları da işe gidiyordum. Çok gülüyor, çok eğleniyor, her geçen gün bir şeyler öğreniyor yeni yeni insanları tanıyordum.

O zamanlar insanları sevdiğim yıllardı, pek hümanisttim.

Hayata pozitif bakıyordum.. 

Cuma günü başladığım yazıma pazar günü devam etmeye başlamadan evvel kısaca dünden bahsetmek istiyorum ki hangi duyguyla yazıyorum bu satırları daha iyi anlayabilesiniz. Kabus gibi bir Cumartesi geçirmemde elbet dış etmenlerin etkisi oldu. Ama bu dış etmenlerden ziyade başka bir şeyden, kendimden bahsedeceğim. Kişilere ziyadesiyle anlam yükleme gereksinimim hayatımın belirli dönemlerini öyle kabusa çevirmiştir ki başkalarının yaptıklarıyla hastanelik olabilmişimdir. Oysa yakın zamanda öğrendiklerim bana, kimsenin kimseyi aldatamayacağını aldananın yalnızca kendisi olacağını göstermişti. Hatta bir laf vardır "güvenmek senin salaklığın olabilir ama güvenini kırmak karşındakinin karaktersizliğidir" diye. Bu açıdan bakıldığında herşeyi bir kenara bırakmam gerekiyordu lakin vesvese gelmişti ya bir kere her şeyi imkansızmış gibi gösteriyordu. Neyse... Bazen tüm gayretinizi gösterdiğiniz halde bir şeyleri engelleyemezsiniz ya, bana da öyle oldu. Bu nokta da imdadıma uzun süredir hatta bir yılı aşkın süredir el sürmediğim quetiapin yetişti.

Quetiapin, serotonin ve dopamin salgısını üretmeye yardımcı bir ilaç olmasının yanı sıra, çok ilginç ve bilimsel tanımıyla aklınıza geldiyse eğer, almanız gereken de bir ilaçtır. Bıçak gibi keser atar aklınızda ne varsa o yüzden faydası yadsınamaz. Şükür ki yardımıyla tüm gün beynimi kemiren düşüncelerden tam tamına 3 dakika içerisinde kurtulabildim. Bu sabaha baktığımızda ise biraz daha sakin, daha az düşünceli ve kısmen daha iyiyim... O halde savaşıma kaldığım yerden devam edebilirim.

Evet nerde kalmıştık?

İş hayatı...

İş hayatı çok güzeldi...

Yeni insanlar tanımak çok güzeldi. Dedim ya pek hümanisttim o zamanlar.

Durmadan gülümseyen biri olarak herkesin ilgisini çekiyordum.

Bazıları "gül bakalım, daha insanları tanımıyorsun. Ben seni bir kaç sene sonra göreceğim" diye kehanetlerde bulunuyordu. Bense bunlara bile gülüp geçiyordum. Ama maalesef onlar haklı çıktı.

En sevdiğim arkadaşlarımdan yediğim kazıklar öyle büyüktü ki, öyle beklemediğim yerden almıştım ki darbeleri, içime kapandım.

Korkunç günlerdi...

  
Herkese şüpheyle bakmaya başladığım zamanlardı.

Ne var ki sevdiklerime karşı kendimi nasıl korumam gerektiğini bilmiyordum.(halende öğrenebilmiş değilim)

Birkaç sefer hiç ummadığım yerden üst üste darbe aldım.

Aldığım darbeler, hep kalbime isabet ediyordu, düşüncelerim değişmeye, güvenim azalmaya, şüphem yani vesvesem artmaya başlamıştı.

Kendi başıma halletmeye çalışmış elime yüzüme bulaştırmış olduğum bir gün, annemin ‘neyin var?’ diye sormasıyla...

"İşten ayrılmak istiyorum" deyiverdim.

Tabi ki inanmamıştı asıl istediğimin bu olduğuna. Beni deştikçe konuşmaya başladım, sıkıntım ortaya çıktığında annemin tepkisi beklediğimin aksine beni bir anda o durumdan sıyırdı.

Gerçi sıyrıldığım sadece içinde bulunduğum durumdu, duygularım ve vesvesem içinse tıbbi bir yardım almamı uygun görmüştü annem.

Benim gibi biri için doktorun yapabileceği bir şey yoktu aslında.

Çünkü anlatmıyordum.

Anlatmadığım içinde kimse yardım edemiyordu.

Boşa dökülen para ve birkaç ilaç kullanımı sonunda iyi olduğuma kanaat getirdiğim bir gün, ‘bir daha doktora gitmeyeceğim’ dedim.

Gerçektende manası yoktu.

Adamla muhalefet ettiğim 1 saat içerisinde kendime dair tek kelime etmiyordum.

Bende bir karar verdim. 

İnsanlarla arama mesafe koyacaktım. 

Epey bir süre bildiğim, tanıdığım insanlarla vakit geçirdim. İçlerinde tanıdığımı zannetleriklerim olmuş, körü körüne inandıklarım. Hepsi ama hepsi tek tek hançerlerini sapladılar.

Şimdi böyle anlatırken hep mi sana denk geldi, demek sende de bir kabahat vardı diye düşünenleriniz olabilir. Onlara küçük bir bilgi vermek isterim, benim hayatımın içine edip, beni terk eden, hayatımdan çıkan insanların hepsi ama hepsi aradan biraz zaman geçtikten sonra geri gelmek istediler, hakkımı helal etmemi isteyenleri Allah'a havale etmeyi daha uygun buldum.

Yürüdüm gittim yanlarından...

Bugün baktığımda o günkü kızgınlığım yok. Çünkü Allah'ıma bin şükür ki benim hakkımı bana verdi. Ne demişler ‘ahın ulaşamayacağı adres yoktur’. Yalan değil çok ah ettim bazılarına Allah affetsin.

   
Gidenlerin yanı sıra, benim uzaklaştıklarım da oldu..

Önce bir kaç kişiden, sonra birçok kişiden...

Ara ara gelip giden vesvese haricinde normal gibiydim. Neye göre normal derseniz topluma ve diğerlerine göre aykırı bir durumum yoktu. Ama olmuyordu tıpla, doktorla olacak gibi değildi, manen bir şeyler yapmam gerekiyordu.

Fakat ben bunun ne olduğunu düşüneceğime, en yakınımda duran arkadaşlarımla vakit geçirmeyi uygun buldum. Daha doğrusu uzanan eli itmedim, tuttum.

İyi bok yedim.

Aldım onları, koydum merkeze.

Oldum etraflarında pervane...

Hayatta kimseyi hak ettiğinden fazla sevmemek ve değer vermemek gerekir derlerdi de inanmazdım. Çok doğruymuş. (Hala öğrenebilmiş değilim bunu da)

O zamanlar yalan söyleyen bir insan olduğumu düşünürdüm.

Neydi yalanlarım?

Kötü de olsam birine iyiyim demek, sigara içmiyorum diye evdekilere yalan söylemek, arkadaşlarımla dışarı çıkarken eve söylediğim yalanlar… Evdekilere söylenmiş ufak tefek yalanlarım haricinde yalan bile konuşmamışım doğru dürüst. Hatta yalan söylediğimi söyleyecek kadar da dürüsttüm.

Aklımdan geçenleri saklayabilen biri olmadım, çok istedim ama olmadım. Belki de en büyük yanlışı burada yaptım.

Bilmiyordum aslında herkesin düzenbaz olabileceğini.

Kendini akıllı sanan koca bir aptaldım.

Nerde çokluk, orda bokluk lafını da unutup yeni insanlar tanıdım.

Tanımaz olaydım diye çok söylendim ama bugün fayda sağladığımı da inkar edemem.

İnkar en kötü şeydir çünkü.

Allah o dönemde önüme pek çok kapı açtı, bense gidip hep duvara tosladım.

Göremedim kapıları, gözünü kula dikmiş, merkeze insanı koymuş, her aldanmış gibi çaresizdim.

Aptalca insana tutunma hevesim vardı.

Arkadaşlarım olmalıydı, mutlaka olmalılardı.

Olanlara sahip çıkacaktım.

Allah'a değil onlara kulluk ettiğimin bilincinden uzak, ne istedilerse yaptım.

  
Zor anlarında yanlarında oldum, özel şoförlüklerini yaptım, dertlerine çare bulmaya çalıştım, taşınacaksa evlerini taşıdım, temizliklerini yaptım, işine gücüne yardımcı oldum...

Yeter ki yanımda olsunlardı...

Sonra birden bire bir şeyler oldu.

Biri çıktı benim normal olmadığımı söyledi.

Çok iyiymişim o kadar iyiymişim ki bu hiç normal değilmiş.

Diğer arkadaşlarım menfaatleri gereği bu fikre karşı geldilerse de bana bunun normal olmadığını daha iyi olmamı istediklerini söylediler.

Ulan biri çıkıyor iyi olmamın normal olmadığını söylüyor, diğerleri ise buna hak veriyor ve daha iyi olmam için beni bu fikre inandırmaya çalışıyor.

İki durum arasındaki saçmalığı göremeyecek kadar bağlıydım onlara.

Bugün olsa ‘ne dediğinize bi bakın’ deyiverirdim.

Kısmet olmadı.

Ben bu fikri düşünmek değerlendirmek istiyordum ama fırsatım yoktu.

Beni saniye olsun kendimle baş başa bırakmıyorlardı. Hiçbir şey olmasa, gel beni al şuraya götür sonra oradan al buraya götür diye özel şoförlüklerini yaptırıyorlardı.

O dönem yemeden içmeden kesildim.

Fırsatımda yoktu.

Fırsat olursa arkadaşlarımı yemeğe götürüyor ama dertlerine derman olma düşüncesiyle konuşurken kendim aç kalıyordum. Resmen kendimi onlara adamıştım.

O ara onların zoruyla doktora gittim. Doktor anlattıklarımı duyunca ‘getirebilirsen arkadaşlarını da getirir misin?’ dedi.

‘Tabi olur’ dedim.

Bir sonraki seansta kendilerinden hayli emin gelen arkadaşlarım çıktıktan sonra doktor "bence senin yerine arkadaşların gelmeli bana" dedi.

Sanki yedi ceddime küfretmiş gibi sinirlendim.

Kim oluyordu ki arkadaşlarım için böyle bir yorum yapıyordu?

Bir sorun varsa bende vardı.

Adam, yani doktor, yani psikiyatrist bana " şunu unutma, buraya gerçek hastalar hiçbir zaman gelmez. Gerçek hastaların hasta ettikleri gelir" dedi.

  
Aslında bana yaptığımın ne kadar yanlış olduğunu göstermeye çalışıyordu ama ben öyle seviyordum ki arkadaşlarımı bu fikri hemen reddettim.

Çıkar çıkmaz doktorun yorumunu benimle gelen arkadaşlarıma söyleyip, ‘bir daha bu adama gelmeyeceğim’ dedim.

Beni bu kararımdan ötürü desteklediler, kötü bir doktordu, iyi olsaydı onları över bana söverdi.

Sonra arkadaş grubumuz bölünmeye başladı.

Herkes ikili takılıyor, ben boşta kalıyordum.

Her birine yetişmem mümkün değildi.

Bende içlerinde en yakın gördüğüm iki kişiyi tercih ettim.

Zaten onlarla başlamıştı her şey...

Merkezde onlar, köşede ben takılmalarımız benim uzak kaldığımı söylemeleriyle kabusa döndü.

Uzak kalıyordum onlardan, her yere gidiyordum ama gelmediğimi, olmadığımı söylüyorlardı.

Bir ara aklımdan şüphe ettim.

Gitmediğimi söyledikleri zamanlarda yanımızda olan 3. veya 4. kişilere dönüp ‘ben o gün vardım değil mi?’ diye sorar olmuştum.  Ben bu 3. ve 4. kişiler tarafından onaylanıyordum ama iddia sahipleri üzerime gelmeye devam ediyorlardı.

Yoktun, gelmedin, uzaksın.....

Onlar uyumadan uyuyamıyorum bile nasıl olur da uzak olabiliyordum?

Üzerime geldiler, geldiler, geldiler ve bir gün uyandığımda işe gidemeyeceğimi fark ettim.

Yine de gücümü topladım, işe gittim izin kağıdımı doldurdum ve izne çıktım.

İlk işim eve gelip panjurları kapatmak ve kapkaranlık odada yatağa gömülmek oldu.

Orada epey bi kalmışım.

Sanıyorum 1 haftanın sonunda, sinirlenen annem odaya bir hışımla girip panjuru ve camı açtı. Bir yandan söylenirken bir eliyle üzerimdeki yorganı çekip aldı. Gözümü açamıyordum ve annem ‘yüzüme bak’ diye basbas bağırıyordu. ‘Neyin var söyleeeee’ diye öyle bir bağırdı ki ağzımdan "ölüyorum anne, yardım et" lafı çıkabildi.

Canım annem, şüphe etmemem gereken tek varlık olduğunu geçte olsa anladığım bir andı o an...

Sen beni ne çok seviyordun oysa ki....

  
Beni hemen kaldırıp babamla beraber en yakınımızdaki psikiyatriste götürdüğünde ayakta duracak halim dahi yoktu.

Doktor feryat figan girişimle hemen odasından çıktı.

"Ne oluyor?" diye bana yürüyen o adamın ayaklarına kapanıp, "yalvarırım bana yardım et" deyişim bugün gibi aklımda. Sağ olsun yardım etti ama asıl iş bana düşüyordu ben kendime yardım etmeliydim.

Ama nasıl?

Doktora gidip kendime geliyor, çıkışta arkadaşlarımla buluşup kendimden geçiyordum.

Bir iyiydim, bir kötü.

Doktordan çok arkadaşlarımı görüyordum buda bana iyi gelmiyordu.

Yaptığım ne varsa aynen devam ediyordum. Yine onların istekleri ön plandaydı ama artık dayanılacak gibi de değildi.

Ve iş için şehir dışına çıktığım bir gün aniden rahatsızlandım. Yerimde duramıyor kaşıntıdan ölüyordum.

Kurdeşenle tanışmamız o gün oldu.

Bir iğne yaptılar ve biraz kendime geldim. Dönüş yolu daha bi çekilir olmuştu. Ama iğnenin de bir etki süresi vardı. Yolun yarısına gelmeden etkisi azaldı, eve vardığımda ise tamamen yok oldu.

Hemen kendimi yatağa attım. Çok kötü hissediyordum...

Derken tuvalete gitmek istediğimde ayaklarımı hareket ettiremediğimi fark ettim.

Bağırmak istedim sesim çıkmadı.

Allah'tan o an babam yanıma geldi de olanı biteni gördü.

İlk aklıma gelen babam gibi felç geçirdiğimdi.

Tüm gücümle ‘bacaklarımı hissetmiyorum’ dedim.

Derken annem geldi, babam elimi tutmuş dua ediyordu.

Galiba ölüm dedikleri buydu ve ben ölüyordum.

Beni bu hale getiren arkadaşlarım tüm önemini bir anda yitirdi. Onlar için bu hale gelmiştim haberleri bile yoktu. O gece hastaneye kaldırıldım. Felç geçirmiyordum çok şükür ama çok ağır bir kurdeşendi.

Doktor "yakınınızı mı kaybettiniz?" diye sordu.

Bugün sorsa ‘evet kendimi kaybettim’ derdim de o zaman hayır dedim sadece.

  
Bir sürü tetkik yapıldı. Normal şartlarda çok büyük, derin üzüntülerin, dahası ölümlerin ve büyük felaketlerin neticesi kurdeşen döküldüğünü ancak bununda deride meydana geldiğini, bunca yıllık doktorluk hayatında ilk kez iç organlarda da dökülen bir kurdeşen tipiyle karşılaştığını, eğer iznimiz olursa bu vakayı öğrencileriyle paylaşmak istediğini söyledi.

Tıp literatürüne iç organlarına kadar kurdeşen döken ve aylarca bunu devam ettirebilen bir hasta olarak girdim.

Aylarca hastaneye gidip geldim. Çoğunu ailemden gizli yaptım ki daha fazla üzülmesinler diye..

Orada tek basıma yatarken, hayatımın merkezine koyduklarım bir bir anlamını yitirdi.

Benden kıymetli hiçbir şey olamazdı.

Kimdi ki onlar?

Umurlarında bile değildim.

Kuru bir geçmiş olsunla herkes gündelik hayatına çekilmişti.

O an işte, tam o an buna bir son vermeye karar verdim.

Vesvese de neydi?

Benim iradem her şeyin üstesinden gelirdi.

Hepsinin karşısına tek tek geçecek, bana yaptıklarını anlatacaktım. Evet yaptım. Onlar benim karşıma birleşip geliyorlardı ama ben tek tek karşıma alıp, ne düşünüyorsam yüzlerine söyledim.

Bazısı küstahça pardon dedi, bazısı ona dahi tenezzül etmeden her şeyin geride kaldığını arkadaş olduğumuzu böyle şeylerin olabileceğini söyledi.

Kaldığımız yerden devam etmeyecekti hiçbir şey...

Ben ölüyordum neredeyse nasıl kaldığım yerden devam edecektim.

Bitti dedim yüzüne, yine görüşürüz ama o kadar. Başka bir anlam yüklemeyeceğim sana, size....

Çevremdeki insanları bitirdiğim dönemde çıktı karşıma...

Daha sevmeyeceğim, kimseye güvenmeyeceğim, kimseyi hayatımın merkezi yapmayacağım dediğim noktada tanıdım onu.

Elleri, dedeminkilere benziyordu. Yüzüne bakmasam dedemin elleri diye güvenle tutabileceğini elleri vardı.

Uzak kalma çabalarım, tüm zamanlarımı benden istemesiyle boşa çıkmıştı..

Ne yapsam olmuyordu mıknatıs gibi çekiyordu kendine..

   
Tüm bu yazdıklarımı, hatta yazmadıklarımı da anlattım ona...

Bana "seni hiç üzmeyeceğim" dedi...

Nasıl da dağılmıştı vesvese denen üzerimdeki kara bulut..

Nasılda inanmıştım.

Tuttum elinden, güven veren ellerinden...

Günlerce konuştuk, anlattım, anlattı...

Tanıyordum onu, onun kendini tanıdığından fazlaca tanıyor ve seviyordum.

Ona güvenebilirdim, bunu ona söylemeden yapabilirdim.

Bir akşam bana "biz birbirimize hiç yalan söylemeyelim olur mu?" dedi.

‘Olur’ dedim.

Söz vermemi istedi... ‘Söz’ dedim…

O da söz verdi.

Böylece bizim aşk hikayemiz başlamış oldu...

Sözler her zaman önemliydi benim için. Hatta söz demek yemin demekti. Babam öyle öğretmişti. 

Ona her şeyi anlattım. Bildiğim bütün doğruları, kimseye anlatmadıklarımı...

Her şey o kadar güzeldi ki buraya yazmaya kalksam okuyanlar alıntı olduğunu, masal anlattığımı hatta hayal dünyamın geniş olduğunu düşünebilirler..

Gerek yok ben yaşadım biliyorum.

Ve bir gün onu aradım.

Defalarca meşgule verdi aramalarımı.

Merak etmiştim, merakım yerini korkuya, korku vesveseye vermiş nefes alamayacak hale gelmiştim.

En iyi dostumdu, tek dostumdu, sevgilimdi, canımdı, tüm boşlukları dolduran her şeyimdi...

Derken açtı telefonu "seninle ilgili bir şey yok ama görüşmek istemiyorum" dedi.

Şaka yaptığını düşündüm önce, o böyle bir şeyi asla yapmazdı.

Ama yaptı.


Aylarca yüzüme bakmadı.

Kötünün kötüsü olabileceğini o zaman anladım.

Kendime kurdeşen döktüğüm zamanları hatırlatmaya çalışıp, telkin etmeye çalışsam da başaramadım. Etrafımda hiç kimse yoktu, anlatacak bir Allah'ın kulu yoktu.

Bende Allah'ın sonsuz varlığına sarıldım.

Gece gündüz dua ettim. Dualarımı duymuş şükürler olsun, bana geri döndü...

Tabi ben tüm bu olanlardan bir ders çıkarmadım kendime.

Aslında Allah'ın bana vermek istediği mesaj netti.

Allah benden çok kimseyi sevme, seversen alırım onu senden diyordu.

‘Bana demiyordur herhalde’ deyip aşkımı yaşadım. Çünkü döndüğünde bir daha beni bırakmayacağına dair söz vermişti. Ve söz benim için yemin demekti.

Aynı olay yakın zamanda tekrar yaşandı.

Yine konuşmadan bir gidiş, yeniden dönüş..

Tabi ilkinde yaşadıklarımdan farklı oldu bu süreç.

Çok düşündüm, günlerce gecelerce...

Bunun bir çaresi yoktu.

Sorulara cevap yerine soruyla karşılık verir olmuştum.

Tek bir cevabım yoktu ama milyonlarca sorum vardı.

Dua etmeye başladım.

Aralıksızca, evde, yolda, işte, tuvalette, mutfakta, konuşurken, yatarken durmadan dua ettim. Ettikçe rahatlıyordum.

Çok uykusuzdum ve uyuyamıyorum bir şekilde uyumalıydım ama nasıl?

Kur’an dinlemeye başladım.

Dinledikçe rahatlıyor, birkaç saatte olsa uyuyor, sabah ezanıyla yeniden uyanıyordum.

Bu aşkın beni gerçek aşkla tanıştırması da böyle oldu.

Sonra birkaç kitap okudum.

Okuduğumda şunu gördüm yanlış yapmıştım.

Çok sevmiştim, çok seviyordum...

  
Allah'tan uzaklaşmıştım, kendimden uzaklaşmıştım.

Şah damarımdan daha yakın Allah'a dönmek yerine, kuluna ölesiye bağlanmıştım.

Vesvese denilen bela bundan bırakmıyordu peşimi.

Allah'a güvenip, her şeyi ona emanet etmem gerekiyordu.

Öğrendiklerimi tatbik etmeye başladığımda çok güzel şeyler olduğunu gördüm.

Birini Allah için sevebileceğimi fark ettim.

Dokunmadan, görmeden, konuşmadan da sevmeye devam edebildiğimi fark ettim.

İçim ferahladı şükrettim.

Şükrüm hamda dönüştüğünde mutlu oldum.

Ve şimdi tam yol almışken geldi yakaladı vesvese...

Şimdi sana sesleniyorum!

Çok sevgili vesvese,

Gördüğün gibi seni tanıyorum, sende beni. Ama bu sefer kolay olmayacak sana diyeyim.

Seni YENECEĞİM!

Dün yaptıkların, Cuma günü yaptıkların bardağı taşırdı! Farz edelim ki bana dediklerinde haklısın, o halde şunu iyi bil. Herkes kendini kandırır, Allah ilahi adaleti mutlaka sağlar. Ne demiş şair; ‘İyiler kaybetmez, kaybedilir. İyi niyetinizden şüphe etmiyorsanız, yanınızdan giden için de üzülmenize gerek yok. Siz kazanmışsınız.’ Neticede kazanırım yada kaybederim bu beni ilgilendirir. Allah dilerse hepsi geçer gider. Ben tekâmül yolculuğumda doğru olmak niyetindeyim. Sözlerimin arkasında durabilecek gücüm var şükür.

O halde sen bana zarar veremezsin.

Sana bir teklifim var, var git yoluna güzellikle.

Girmeyelim bu savaşa.

Çok yordun beni, insafa gel isterim.

Ama ‘yok’ dersen, devam da ederim.

‘Yemin olsun Allah'a bunu bana yapmana izin vermeyeceğim!’

Bana Allah yeter, KUN FE YEKUN!